Hayatın Kaynağı
Kolektivizm ve Bireycilik
Ellsworth Toohey
— “Seni görmek istemediğimi sanma sakın, Ellsworth. Yalnızca… Anneme kimseyi içeriye alma demiştim ama o, gazeteciler içindi. Rahat bırakmıyorlar beni.”
— “Zaman nasıl da değişmiş, Peter! Seni gazetecilerden zorla uzaklaştırdığımız günleri hatırlarım.”
— “Ellsworth, benim hiç mizahi anlayışım kalmadı. Hiç.”
— “Şanslısın. Yoksa gülmekten ölürdün.”
— “Öyle yorgunum ki Ellsworth… Geldiğine sevindim.”
Işık Toohey’nin gözlük camlarında parladı, Keating onun gözlerini göremez oldu. Yalnız metalik bir pırıltıyla dolu iki yuvarlak. Uzaktan yaklaşan bir şeyi yansıtan sönük otomobil farları gibi.
— “Sence bununla kurtulabilir misin?” diye sordu Toohey.
— “Neyle?”
— “Münzevi numarasıyla. Büyük pişmanlık. Sadık sessizlik.”
— “Ellsworth, neyin var senin?”
— “Demek suçlu değil, öyle mi? Demek bizim onu rahat bırakmamızı istiyorsun, öyle mi?”
Keating’in omuzları kıpırdadı. Dik oturmak değil de öyle bir niyetlenme gibi. Niyet de bir şeydi. Çenesi birazcık kıpırdadı, ağzından bir soru çıktı.
— “Ne istiyorsun?”
— “Tüm hikayeyi.”
— “Neden?”
— “Bu işi kolaylaştırayım mı sana? iyi bir özür ister misin? Onu sunabilirim istersen. Hatta otuz üç neden sayabilirim. Hepsi de soylu nedenler. Hepsini anında yutarsın ama içimden senin işini kolaylaştırmak gelmiyor. Sana gerçeği söyleyeyim, daha iyi. Onu kodese yollamak için. Kahramanını, ilahını, cömert dostunu, koruyucu meleğini.”
— “Sana söyleyecek hiçbir şeyim yok, Ellsworth.”
— “Aklının son kırıntısını da bu şok yüzünden kaybetmeden önce, asla benim kıratımda olmadığını anlayacak kadarını iyi koru. Konuşmanı istiyorsam, konuşacaksın demektir. Benim de zaman kaybetmeye niyetim yok. Kim tasarladı Cortland’ı?”
— “Ben.”
— “Benim mimarlık uzmanı olduğumdan haberin yok mu?”
— “Cortlandt’ı ben tasarladım.”
— “Cosmo-Slotnick binasını tasarladığın gibi mi?”
— “Benden ne istiyorsun?”
— “Tanık kürsüsüne çıkmanı istiyorum, Peter. Hikayeni mahkemede anlatmanı istiyorum. Arkadaşın senin kadar içli dışlı ortada biri değil. Niyeti nedir, bilemiyorum. Olay yerinde kalıp beklemesi, biraz zekice bir davranış. Zaten kendisinden kuşkulanılacağını biliyor, kurnazlık ediyor. Mahkemede ne söylemek niyetinde olduğunu tanrı bilir. Bunu onun yanına bırakamam. Herkes onun bunu neden yaptığına takmış kafayı. Ben nedenini biliyorum. Açıklamaya çalışsam kimse bana inanmaz ama sen yeminli tanık olarak anlatabilirsin. Gerçeği söylersin. Cortlandt’ı kimin tasarladığını ve bunun neden böyle olduğunu anlatırsın.”
— “Ben tasarladım.”
— “Bunu o kürsüde de söylemeye niyetleniyorsan kas kontrolün konusunda bir şeyler yapman gerekecek. Ne diye zangır zangır titriyorsun?”
— “Rahat bırak beni.”
— “Geç kaldın artık, Peter. Faust’u hiç okudun mu sen?”
— “Ne istiyorsun?”
— “Howard Roark’un kellesini.”
— “O benim arkadaşım değil. Hiçbir zaman da olmadı. Hakkında neler düşündüğümü biliyorsun.”
— “Biliyorum, salak budala! Ömrün boyunca ona tapıp durduğunu biliyorum. Bir yandan önünde diz çöküp ona taparken bir yandan da onu sırtından bıçakladın. Hainliğin gerektirdiği cesareti bile göstermedin. Ya bir yolu ya da diğer yolu seçmedin. Benden nefret ettin… Bildiğimin farkında değildin, öyle mi? Beni hep izledin ama onu sevdiğin halde mahvettin. Evet, tam anlamıyla mahvettin, Peter. Şimdi de kaçacak yerin yok. Artık bu işi sürdürmek zorundasın!”
— “Sana ne ondan? Senin için ne fark eder?”
— “Bunun uzun süre önce sorman gerekiyordu ama sormadın. Demek ki biliyordun. Her zaman bilmiştin. Seni titreten şey de o. Kendine yalan söylemene neden yardım edeyim? On yıl boyunca yaptım bunu. Bana bunun için geldin. Herkes bunun için gelir bana. Fakat hiçbir şeyi bedava elde edemezsin. Asla. Bunun tersini savunan sosyalist kuramlarımı bir kenara bırak şimdi. Sen benden istediğini aldın. Şimdi de sıra bende.”
— “Howard hakkında konuşmam. Beni Howard hakkında konuşturamazsın.”
— “Öyle mi? Neden beni kapı dışarı etmiyorsun? Neden gırtlağıma sarılıp beni boğmuyorsun? Benden çok daha güçlüsün ama yapamazsın. Yapamazsın. Gücün nasıl bir şey olduğunu şimdi görebiliyor musun, Peter? Fiziksel gücün? Kasların, silahların, paranın? Sen aslında Gail Wynand’la bir araya gelmelisin. Ona anlatacak çok şeyin var. Haydi Peter. Kim tasarladı Cortlandt’ı?”
— “Rahat bırak beni.”
— “Kim tasarladı Cortlandt’ı?”
— “Bırak yakamı!”
— “Kim tasarladı Cortlandt’ı?”
— “Daha kötü… Bu senin yaptığın… daha kötü…”
— “Neden daha kötü?”
— “Benim Lucius Heyer’a yaptığımdan.”
— “Ne yaptın Lucius Heyer’a?”
— “Onu öldürdüm.”
— “Neden söz ediyorsun?”
— “O yüzden daha iyiydi zaten. Ben onun ölmesine izin verdim.”
— “Saçmalamayı kes.”
— “Howard’ı neden öldürmek istiyorsun?”
— “Öldürmek istemiyorum. Hapse tıktırmak istiyorum. Anlıyor musun? Hapse. Hücreye. Parmaklıklar ardına. Kilitlemek, durdurmak, bağlamak istiyorum. Sağken. Kalk deyince kalkacak. Ne verirlerse onu yiyecek. Kıpırda deyince kıpırdayacak, dur deyince duracak. İşe götürülecek, emrettikleri zaman çalışacak. Hızlı hareket etmezse itiştirecekler onu. Canları isteyince suratına tokat atacaklar. Söz dinlemezse lastik coplarla dövecekler. O da söz dinleyecek. Emir dinleyecek. Emir dinleyecek!”
“Ellsworth!” diye haykırdı Keating. “Ellsworth!”
— “Midemi bulandırıyorsun. Gerçeği duymaya dayanamaz mısın sen? Hayır, her şeyi şeker kaplanmış olarak istiyorsun, öyle mi? İşte o yüzden Gus Webb’i tercih ediyorum. Onun kafasında hayaller kol gezmiyor.”
Bayan Keating kapıyı açıverdi. Çığlıkları duymuştu. “Defol buradan!” diye tersledi onu Toohey. Kadın geri çekildi, Toohey kapıyı çarparak kapattı. Keating başını kaldırdı.
— “Annemle böyle konuşmaya hakkın yok. Onun seninle hiçbir ilgisi yok.”
— “Kim tasarladı Cortlandt’ı?”
Keating ayağa kalktı. Ayaklarını sürüyerek çekmeceli dolaba yürüdü, bir çekmeceyi çekti, buruşuk bir kağıt çıkarıp Toohey’ye uzattı. O kağıt, Roark’la yaptığı anlaşmaydı.
Toohey yazıyı okudu, bir kere kıkırdadı. Kuru bir sesti çıkardığı. Sonra Keating’e baktı.
— “Müthiş bir başarısın, Peter. Benim başarım tabii ama bazen kendi başarılımı görmek bile istemem.”
Keating dolabın yanında duruyordu. Omuzları sarkmış, gözleri boş bakıyordu.
— “Böyle yazılı, altında onun imzasıyla vermeni beklemiyordum. Demek buydu senin hatırın için yaptığı. Sen de karşılığında… ne yaptığın belli işte. Hayır, hakaretlerimi geri alıyorum, Peter. Yapmaya mecburdun. Sen kimsin ki tarihin kurallarını tersine çevirebilesin? Bu kağıt nedir, biliyor musun? İmkansız bir kusursuzluk, yüzyılların rüyası, tüm insanlık felsefelerinin amacı bu kağıt. Dizginleri takmışsın ona. Senin için çalışmasını sağlamışsın. Başarısını, ödülünü, parasını, şöhretini, adını çalmışsın. Biz bunu yalnızca düşünmüş, yazılarda dile getirmiştik. Oysa sen, uygulamasını yapmışsın. Eflatun’dan bu yana her düşünür sana teşekkür borçlu. İşte filozofların taşı. Altını kurşuna çevirmek için. Memnun olmam gerekirdi ama herhalde insan olduğum için memnun olamıyorum. Elimde değil. İçim bulanıyor. Ötekilerin hepsi, Eflatun da dahil, kurşunun altına çevrilebileceğine içtenlikle inanmışlardı. Oysa ben gerçeği en başından biliyordum. Kendime karşı dürüst davrandım ben, Peter. En zor dürüstlük de odur. Siz hepiniz bundan kaçıyorsunuz. Ne pahasına olursa olsun hem de. Şu anda seni suçlamıyorum. Gerçekten en zoru bu, Peter.”
Yorgun bir tavırla oturdu, kağıdı iki eliyle köşesinden tuttu.
— “Ne kadar zor olduğunu bilmek istiyorsan, sana söyleyeyim. Sen ne anlam çıkarmak istiyorsan çıkar. Ben bir takdir beklemiyorum çünkü yarın bu kağıdı savcılığa vereceğimi biliyorum. Roark asla bilmeyecek. Zaten bilse de onun için fark etmez ama doğrusunu söylemek gerekirse içimden bir an bu kağıdı yakmak geçti.”
Kağıdı dikkatle katlayıp cebine koydu. Keating gözleriyle onun hareketlerini izliyor, bunu yaparken başının tümünü hareket ettiriyordu. Ucuna sicim bağlanmış topu izleyen kedi yavrusu gibiydi.
“Senin gibiler midemi bulandırıyor,” dedi Toohey. “Tanrım, hem de nasıl bulandırıyor! İkiyüzlü duygusallar! Benim peşimden geliyor, öğrettiklerimi kullanıyor, ondan yararlanıyorsunuz ama ne yapmakta olduğunuzu kendi kendinize itiraf edecek kadar cesaretiniz yok. Gerçeği görünce mideniz ağzınıza geliyor. Herhalde yapınız böyle. Bu da benim en büyük silahım zaten. Ama… Tanrım! Öyle usanıyorum ki! Kendime arada sırada, sizden uzak bir dinlenme süresi tanımak zorundayım. Ömrüm boyunca numara yapmak zorunda kalışım bu yüzden. Senin gibi ufacık, değersiz keneler yüzünden. Sizin duyarlılıklarınızı, göstermelik havalarınızı, vicdanınızı ve sahip olmadığınız huzurunuzu koruyabilmek için. Elde etmek istediğim şey için ödemek zorunda kaldığım fiyat bu benim. Fakat en azından, ne bedel ödemem gerektiğini biliyorum. Ödediğim bedel konusunda da karşılığında satın aldığım şey konusunda da hayallere kaptırmıyorum kendimi.”
— “Ne istiyorsun… Ellsworth?”
— “Güç istiyorum, Peter.”
Üst daireden ayak sesleri duyuldu. Birisi neşeyle sıçrayıp duruyordu. Ardından beşli temponun ilk dört vuruşu gibi tıkırtılar geldi. Tavandaki ışık sallandı, Keating’in başı söz dinleyip hemen oraya döndü. Sonra yine Toohey’ye baktı. Toohey gülümsüyordu. Hemen hemen kayıtsız bir hali vardı.
— “Sen… hep derdin ki…”
Keating’in sesi boğuktu. Lafının orta yerinde sustu.
— “Evet, hep onu söyledim. Açıkça ve net biçimde. Sen duyamamışsan suç bende değil. Duyabilirdin tabii ama duymayı istemedin. Benim açımdan bu, sağırlıktan da güvenli. Yönetmek istiyorum dedim hep. Ruhani atalarım gibi ama ben onlardan şanslıyım. Onların çabalarının meyveleri bana miras kalmış durumda. Büyük rüyayı gerçekleşmiş görmek de bana kısmet kalmış durumda. Bugün artık çevremde nereye baksam görebiliyorum. Tanıyorum görünce. Hoşlanmıyorum. Hoşlanmayı beklemiyorum da. Zevk almak benim yazgım değil zaten. Kapasitemin elverdiği kadar tatmin duyabilirim. Ama yöneten ben olacağım.”
— “Kimi…”
— “Seni. Dünyayı. Bütün mesele, kaldıracın sapını bulabilmekte. Bir tek insanın ruhunu nasıl yönetebileceğini öğrendin mi, diğer bütün insanları elde edebilirsin. Mesele ruhta, Peter, ruhta. Kamçılar, kılıçlar, kurşunlar, silahlar boşuna. Sezarların, Atillaların, Napolyonların küçük adam oluşu, işi sürdüremeyişleri bu yüzden. Biz sürdüreceğiz. Ruh aslında yönetilemeyen şeydir, Peter. Onu kırmak, çökertmek gerkeir. Oraya bir çomak sokup parmaklarını batırdığında adamı elde ettin demektir. Kırbaca ihtiyacın yok. Zaten kırbacı kendi sana getirir, beni dövsene diye yalvarır. Onu bir kere geri vitese taktın mı, içindeki mekanizma her şeyi kendi kendine, senin istediğin gibi yapar. Adamı kendisine karşı kullanacaksın. Nasıl yapılır, bilmek ister misin? Bak bakalım sana hiç yalan söylemiş miyim. Bunlar ağzımdan ilk defa duyduğun şeyler değil. Yıllardır duyuyor ama duymamayı seçiyorsun. Suç bende değil, sende. Bunu yapmanın birçok yolu vardır. Biri şöyle. Adamın kendini küçük hissetmesini sağla. Suçlu hissetsin kendini. Umutlarını ve kişiliğindeki dürüstlüğü öldür. Zor iştir bu. Aranızdaki en kötüler bile, hep kendi çarpık görüşüne göre bir ideal seçmiştir, ona ulaşmaya çalışmaktadır. Bir iç yozlaşmışlıkla öldür dürüstlüğünü. Onu kendine karşı kullan. Topyekün dürüstlüğünü yok edecek bir amaca yönelt. Benliğini sil diye öğütler ver. Başkaları için yaşamalısın de ona. En önemli şey hayırsever olup bağışlar, yardımlar yapmaktır, kendinden vermektir de. Bunu tam anlamıyla hiç kimse yapamamıştır, yapamayacaktır da. Ancak neler sağlayacağını görebiliyor musun? O adam, kendine en soylu erdem olarak kabul ettiği şeye asla ulaşamayacağını hemen görecektir. O zaman suçluluk duyacak, kendini günahkar hissedecek, değersiz biri olduğuna inanacaktır. En yüce ideal, onun ulaşamayacağı bir yerde olunca, bu sefer tüm ideallerinden, tüm umutlarından, tüm öz değer inancından vazgeçecektir. Yapamadığı şeyi başkalarına öğütleme zorunluluğunu duyacaktır. İnsan yarı iyi ya da yarı dürüst olamaz. Kişilik bütünlüğünü sürdürmek zor bir savaştır. Kendi içinin yozlaşmış olduğunu bile bile böyle bir şeyi sürdürmeye neden uğraşsın? Ruhu o zaman kendine saygı duymayı bırakır. Artık elindedir o adam. Söz dinleyecektir. Memnun olacaktır söz dinlediğine. Çünkü kendine güvenemez. Güvensiz hisseder. Kirli hisseder. Bir yolu bu.”
“Bir başka yolunu daha anlatayım. Adamın değer yargılarını öldür. Büyüklük denilen şeyi tanıma ya da ona ulaşma kapasitesini öldür. Büyük insanlar yönetilemez. Biz büyük adam falan istemiyoruz ama büyüklük kavramını inkar etme. Onu içinden yık. Büyük olan şey nadir ortaya çıkan, zor elde edilen, istisna olan şeydir. Öyle standartlar koy ki onlara herkes ulaşabilsin. En sıradan olanı da en yeteneksiz olanı da en beceriksiz olanı da. O zaman bütün insanların, büyük ya da küçük herkesin içindeki başarma çabasını öldürürsün. Daha iyiye gitme, mükemmele ulaşma, kusursuzluğa varma hevesini öldürürsün. Roark’a gül, Peter Keating’i büyük mimar diye tanıt. O zaman mimarlığı mahvetmeyi başarmışsın demektir. Lois Cook’u yücelt, kabul ettir, edebiyatı da mahvettin demektir. Ike’a alkış tut, tiyatroyu da yıkmış olursun. Lancelot Clokey’yi öv, basını da çökertmişsin demektir. Büyük anıtları yıkmaya kalkma. O zaman insanları ürkütürsün. Sen vasatı, sıradanı, değersizi öv, o zaman büyük anıtlar zaten kalmaz.” (Her şeyi beğenen, seçim yapmayan, ayırt etmeyen, düşünmemekte ısrar eden insanlara karşı mesafem bundandır. Göte göt diyememek vasatı yüceltir. Göte göt diyememek Matrix 4’ün çekilmesine sebep olur. Her ağzı olanın şarkı söylemesine sebep olur. Her ‘ben yönetirim’ diyenin siyasetçi olmasına, her okuyanın ‘aydın’ olmasına…)
“Bir başka yolu daha var. Güldürerek öldür. Gülmek, insan neşesinin aracıdır. Onu bir yıkım aracı olarak kullanmayı öğren. Çevirip alay etmek için kullan. Çok basit. Her şeye gülmelerini söyle onlara. Mizah duygusu sınırsız bir erdemdir de. Ruhunda hiçbir kutsal şey bırakmazsan ruhu kendi gözünde kutsal olamaz artık. Saygıyı öldürdün mü insanın içindeki kahramanlığı da öldürmüş olursun. İnsan kıkır kıkır gülerek saygı gösteremez. Söz dinler ve bu söz dinleyişine de sınır koyamaz. Neye olsa güler artık. Hiçbir şey gülünemeyecek kadar ciddi değildir onun gözünde.”
“Bir yolunu daha ister misin? En önemlisi bu. İnsanların mutlu olmasına izin verme. Mutluluk, kendine yeterli bir duygudur ve insanı kendi içine döndüren bir özelliği vardır. Mutlu insanların sana ayıracak zamanı da yoktur, sana önem de vermezler. Mutlu insanlar, özgür insanlardır. Demek ki onların yaşama sevincini öldürmen gerekir. Onların gözünde değerli ve önemli olan ne varsa al ellerinden. İstedikleri şeyi elde etmelerine asla izin verme Kişisel arzu denilen şeyin kötü olduğuna inandır onları. ‘İstiyorum’ demeyi doğal hakları sayamayacak düzeye indir. Bundan utansınlar. Bu noktada yardımseverlik çok işine yarayacaktır. Mutsuz insanlar sana gelir. Sana ihtiyaç duyarlar. Avutulmak için, destek bulmak için, kurtulmak için gelirler. Doğada boşluğa yer yoktur. İnsanın ruhunu boşalttın mı yerini sen doldurabilirsin. Neden bu kadar şoke olmuş göründüğünü anlayamıyorum, Peter. Bu hile içlerinde en eskisi. Dön de tarihe bak bir kere. Bütün büyük ahlak sistemlerine bak. Ta Doğu dünyasından başlayarak. Hepsi de kişisel zevki feda etmeyi öğütlemiyor mu? O laf kalabalığının altında hep aynı amaç yok mu? Feda et, kapılma, kendini inkar et… Yalan mı? Hep tekrarlayıp durdukları nakaratı bilmiyor musun? ‘Vazgeç, vazgeç, razı ol, razı ol.’ Günümüzün manevi atmosferine bir bak. Keyifli olan ne varsa, sigaradan tut da sekse, ihtirasa, kar etmeye kadar hepsi günah sayılıyor. Bir şeyin seni mutlu ettiğini kanıtladığın anda o şeyi lanetlemiş sayılıyorsun. Bu aşamalara vardık artık. Mutluluğu suçluluğa bağladık ve tabii insanoğlunu da gırtladığından yakaladık. İlk doğan çocuğunu kurban et… Çivilerle dolu bir tahtanın üstüne yat… Çöle yürü, bedenine eziyet et… Dans etme… Pazar günleri sinemaya gitme… Zengin olmaya çalışma… Sigara içme… İçki içme… Hep aynı terane. Aynı öğüt. Budalalar bu tür tabuları yalnızca bir saçmalık sanıyor. Geçmişten kalma, demode şeyler, diyorlar ama saçmalıkların hep bir amacı vardır. Bir çılgınlığı incelemeye gerek yok, yalnızca kendi kendine, neye yaradığını, neyi sağladığını sor, yeter. Hangi ahlak sistemi fedakarlık öğütlüyorsa, sonunda bir süper güç haline gelmiş, milyonları yönetmiştir. Tabii üstünü biraz süslemek gerek. İnsanlara, kendilerini mutlu eden her şeyi feda ettikleri zaman, daha yüce bir mutluluğa ulaşacaklarını söylemek zorundasın. Bu konuda fazla açık seçik olman da gerekmez. Koca koca, anlamı belirsiz kelimeler kullan. ‘Evrensel uyum, ebedi ruh, ilahi amaç, nirvana, cennet, ırksal üstünlük, proletarya diktatörlüğü…’ Mesele içeriden yozlaşma, Peter. Yöntemlerin en eskisi bu. Bu fars yüzyıllardır oynanıyor, insanlar da hala yutuyor. Oysa sınaması o kadar kolay ki! Kendine peygamber diyenlerin ne söylediğine kulak kabart. Eğer fedakarlıktan söz ediyorsa hemen kaç oradan. Vebadan kaçar gibi, olanca hızınla kaç. Ortada bir fedakarlık oldu mu, mantıksal olarak, feda edilen o şeyleri toplayacak birilerinin de olacağı kesin zaten. Hizmet varsa, hizmet edilen birileri var demektir. Sana fedakarlıktan söz eden adam, aslında köleler ile efendilerden söz ediyor demektir. Kendisi efendi olmak niyetindedir ama eğer sana mutlu ol diyen, bu senin doğal hakkındır diyen, ilk görevin kendine karşıdır diyen birini bulursan, o adam senin ruhununun peşinde değil demektir. O adamın senden elde etmeye çalıştığı hiçbir şey yoktur. Öyle biri ortaya çıktığı anda hepiniz o boş kafalarınızla avaz avaz haykırmaya başlarsınız. Bencil bir canavar bu adam, dersiniz. Böyle olunca da soygun daha yüzyıllarca devam edecek demektir, korkulacak bir şey yok demektir ama bu arada, ağzımdan çıkan bir şeye dikkat etmişsindir belki. Bir ara, ‘mantıksal olarak’ diye bir söz kullandım. Anlamıyor musun? İnsanların kendilerini senden korkutmak için bir silahı var: Mantık. Bu yüzden, onu onların elinden mutlaka alman şart. Temellerini dinamitle. Ancak dikkatli olman lazım. Hemen inkar etme. Hiçbir şeyi inkar etme, elini gösterirsin. Mantık kötüdür deme sakın. Bazıları onu da yapacak kadar ileri gitmiş, beklenmedik başarılara da ulaşmışlardır gerçi… Ama sen mantık sınırlıdır de, yeter. Onun daha üstünde başka şeyler var, de. Nedir? O konuda pek açık seçik olmasan da olur. Alan nasılsa geniş. Bir yığın şey bulabilirsin. İçgüdü dersin, duygu dersin, vahiy dersin, ilahi sezgi dersin, diyalektik materyalizm dersin. Eğer bir yerde yakayı ele verirsen, birisi sana, doktrinin mantıksız derse, ona da hazırsın demektir böylelikle. Mantığın ötesinde başka şeyler var, dersin ona. Düşünmeye çalışma, hisset, dersin. İnanman gerek dersin. Mantığı bir kere kenara ittin mi, artık meydan senindir. ne zaman, neye ihtiyacın olsa elinde sayılır. O adamı elde etmişsin artık demektir. Düşünen adamı yönetebilir misin? Biz düşünen adamlar istemiyoruz.”
Keating yere oturmuştu. Çekmeceli dolabın hemen yanına. Kendini çok yorgun hissetmiş, bacakları bükülüvermiş, oracığa çökmüş, sonra da yerleşmişti. Ayrılmak istemiyordu o dolabın yanından. Oraya dayanınca kendini daha bir güvende hissediyordu. Sanki teslim ettiği mektup hala o dolabın içindeydi.
— “Peter, bunların hepsini daha önce duymuştun. On yıldır hepsini nasıl uyguladığımı da gördün. Şimdi niye bu kadar tiksinti duyuyorsun? Karşımda oturup şoke olmanın, o üstünlük taslayan hayırsever ifadesiyle yüzüme bakmanın hiç gereği yok. Sen de dahilsin bu komploya. Payını aldın, artık ayrılamazsın. Yolun sonu nereye varıyor diye korkuyorsun. Ben korkmuyorum. Söyleyeyim sana. Geleceğin dünyasına varıyor. Benim istediğim dünyaya. İtaat ve birlik dünyası.”
“O dünyada her adamın kafasındaki düşünce, kendi düşüncesi olmayacak, komşusunun kafasındaki düşünceyi keşfetmeye çalışmak olacak, o komşunun da kendi düşüncesi olmayacak, o da öbür komşunun düşüncesini keşfetmeye çalışacak, tabii onun da düşüncesi olmayacak… Bu böyle gidecek, Peter. Dünyanın çevresini dolaşıp duracak çünkü herkesin diğer herkesle aynı görüşte olması gerek. Öyle bir dünyada, hiç kimsenin kendi istediği bir şey olmayacak. Herkes çabasını, komşusunun isteklerine hizmet etmeye yöneltecek, o komşunun da kendi isteği olmayacak, o da öteki komşunun isteklerine hizmet edecek ama o komşunun da isteği olmayacak… Yine dünyanın çevresi böyle dolaşılacak, Peter. Çünkü herkes herkese hizmet etmek zorunda. O dünyada insan, para gibi masum bir özendirici uğruna çalışmayacak. Saygınlık dedikleri o kafası olmayan canavara çalışacak. Diğer insanların takdir etmesi, onaylaması için. Onlar kendisi hakkında iyi düşünsün diye. Fikri olmasına izin verilmeyen insanların fikri uğruna. Sırf kolları olan, beyni olmayan bir ahtapot. Yargı mı, Peter? Yo, yargı değil, kamuoyu yoklamaları. Sıfırlardan müteşekkil bir ortalama… Çünkü bireyselliğe asla izin verilmeyecek. Motoru çıkarılmış bir dünya. Bir tek yürek, elle pompalanıyor. Benim elim ve benim gibi daha birkaç insanın eli. Senin gibi şahane sıradanları bamtelinden yakalamayı bilenlerin. Size sıradan dediğimizde, küçük, vasat dediğimizde öfkeyle ayağa fırlamayanların. O isimleri sevip kabullenenlerin. Siz küçük insanlar bir tahtta oturuyor olacaksınız. Kutsallaştırılacaksınız. Salt yönetici sizsiniz. Geçmiş yöneticilerden hangisi olsa imrenir sizin durumunuza. Sınırsızlık var çünkü. Tanrı, peygamber, kral, hepsi bir arada. Halkın sesi. Vox populi. Sıradan, vasat, genel! Ego sözünün tersi ne biliyor musun? Dolgu. Fasafiso. İşte onların yönetimi. Ancak bunun bile, bir gün biri tarafından başlatılması gerekir. Biz onu başlatacağız. Vox dei. İtaatten başka bir şeyi öğrenmemiş insanlardan, sınırsız itaat görmenin zevkini tadacağız. Ona ‘hizmet’ diyeceğiz. Madalyalarımızı hizmetlere vereceğiz. Kim daha iyi ve daha çok teslim oluyor diye görebilmek için birbirinizi çiğneyeceksiniz. Aranacak başka bir seçkinlik kalmayacak. Başka türlü kişisel başarı olmayacak. Sen Howard Roak’u böyle bir tablonun içinde görebiliyor musun? Hayır mı? O halde saçma sapan sorularla vakit ziyan etme. Yönetilemeyecek her şey yok olmak zorunda. Ara sıra bir manyak, doğmakta ısrar ederse, on iki yaşının ötesine varamayacak. Beyni çalışmaya başladığı anda baskıyı hissedip patlayıverecek. Boşluğa, vakuma yönelik baskı. Derin deniz canlıları, gün ışığına çıkarılınca ne olur, bilir misin? İşte geleceğin Roark’larının hali. Geri kalanınız gülümseyecek ve boyun eğecek. Budalaların habire gülümsediğine hiç dikkat ettin mi? İnsanın ilk kaş çatışı, tanrının elinin onun alnına ilk değişidir. Düşüncenin dokunuşu ama bizde ne tanrı olacak, ne de düşünce. Yalnızca gülümsemelerle oy verilecek. Otomatik levyeler. Hepsi evet diyor. Şimdi sen birazcık daha zeki olsan, örneğin eski karın gibi olsan bana bir soru sorar, ‘Ya siz, yöneticiler?’ derdin. Ya ben? Ellsworth Monkton Toohey? Ben de sana cevap olarak, evet, haklısın derdim. Ben de senin elde ettiğinden fazlasını elde edecek değilim. Seni, sizleri memnun durumda tutmaktan başka bir amacım olmayacak. Size yalan söyleyip iltifat etmek, sizi övmek, gururunuzu şişirmek. İnsanlardan, ortak iyilikten söz eden konferanslar vermek. Peter, zavallı dostum benim, ben senin tanıdığın insanların arasında benliğini en çok silebilmiş insanım. Benim bağımsızlığım senden bile az. Oysa seni, ruhunu satmaya yeni zorlamışım. Senin insanları kullanışın, en azından, onlardan kendine bir şey koparmak için. Oysa ben kendim için hiçbir şey istemiyorum. İnsanları, onlara yapabileceklerim için kullanıyorum. Bu benim tek işlevim ve tek tatminim. Özel bir amacım yok. Güç istiyorum. Kafamdaki geleceğin dünyasını istiyorum. Herkes, herkes için yaşasın. Feda edelim ve yararlanmayalım. Hep acı çekelim, kimse keyif almasın, ilerlemeler dursun. Her şey duraklasın. Durgunlukta bir eşitlik vardır. Herkes, herkesin isteğine boyun eğer. Evrensel bir kölelik ve ortada bir efendi bile yok. O kadarcık bir gurur bile yok. Köleliğe kölelik. Koskoca bir daire ve eksiksiz bir eşitlik. Geleceğin dünyası.”
Howard Roark
— “Bay Keating, sizin imzanızı taşıyan ve Cortlandt Evleri diye bilinen projeyi, sizin çizip çizmediğinizi yemin etmiş bir tanık olarak söyler misiniz?”
— “Hayır. Ben çizmedim.”
— “Kim çizdi?”
— “Howard Roark.”
— “Kimin talebiyle?”
— “Benim talebimle.”
— “Neden bunu ondan istediniz?”
— “Çünkü kendim yapamayacaktım.”
Bu seste bir dürüstlük tonu yoktu çünkü böyle bir gerçeği telaffuz edebilmek için bir çaba yoktu. Ne gerçeği ne de yalanı ifade ediyordu sesi. Kayıtsızdı.
Savcı ona bir kağıt uzattı. “İmzaladığınız anlaşma bu muydu?” Keating kağıdı elinde tuttu.
— “Evet.”
— “Bu, Howard Roark’un imzası mı?”
— “Evet.”
— “Lütfen bu anlaşmanın şartlarını jüriye okur musunuz?”
Keating yüksek sesle okudu. Sesi dengeli çıkıyordu. Salondaki izleyicilerden hiçbiri, bu anlaşmanın sansasyon olsun diye okunduğunu anlayamadı. Karşılarında kendi yeteneksizliğini itiraf etmekte olan ünlü bir mimar yoktu sanki. Ezberlediği dersi söyleyen bir öğrenci vardı. Sanki sözü kesilse kaldığı yerden başlamayacaktı. En baştan başlaması gerekecekti.
Keating pek çok soruya cevap verdi. Savcı kanıt olarak, Roark’un Cortlandt çizimlerini ortaya çıkardı. Keating onları da saklamıştı. Ardından savcı, Keating’in onlardan çektiği temiz kopyaları da sundu. Son olarak Cortlandt’ın inşa edilmiş halinin fotoğraflarını verdi.
— “Bay Prescott ile Bay Webb’in önerdiği mükemmel yapısal değişikliklere neden bu kadar şiddetle karşı çıkmıştınız?”
— “Howard Roark’tan korkuyordum.”
— “Karakterini tanıdığınıza göre neler yapmasını bekliyordunuz?”
— “Her şeyi yapabilirdi.”
— “Ne demek istiyorsunuz?”
— “Bilmiyorum. Korkuyordum. Hep korkmuştum.”
Sorular sürüp gitti. Olay rastlanmadık türdendi ama izleyicilerin canı sıkılmaya başlamıştı. Konuşan, katılımcı değildi sanki. Öteki tanıklar, olayla daha derinden ilgiliymiş gibi konuşmuşlardı.
Keating kürsüden indiğinde, izleyiciler hiçbir değişiklik olmamış gibi hissettiler. Sanki o yer doluyken boşalmış değildi. “İddia makamının sözü bitmiştir,” dedi savcı. Yargıç dönüp Roark’a baktı. “Buyurun,” dedi. Sesi yumuşaktı.
Roark ayağa kalktı. “Sayın hakim, ben tanık çağırmıyorum,” dedi. “Kendim ifade vereceğim ve kendim anlatacağım.”
— “Yemin edin.”
Roark yemin etti. Tanık kürsüsünün basamaklarının hemen önünde duruyordu. İzleyiciler ona baktılar. Hiçbir şansı yoktu adamın. Bunu hemen hissettiler. Ona karşı otomatik olarak duydukları o isimsiz gücenikliği, güvensizlik duygusunu bir kenara bırakabilirlerdi. Böyle olunca onu ilk defa olarak olduğu gibi görebildiler. Korkudan tümüyle yoksun bir adam.
Onların düşündüğü korku, normal türde bir korku değildi. Somut bir tehlikeye cevap olarak doğan korku değildi. Hepsinin içinde yaşadığı, kaotik, itiraf edilemeyen bir korkuydu. Tek başlarına oldukları zamanlarda, keşke şöyle parlak sözler söyleseydim, diye düşündükleri ama o sözleri bulup söyleyemedikleri için pişmanlık duydukları, o cesareti kendilerinden çalanlara karşı nefret duydukları anları hatırladılar. Kişinin kendi kafasında ne kadar bilgili ve güçlü olduğunu ama otablonun asla gerçeğe yansımadığını düşündüler. Rüya mı? Kendini kandırma mı? Yoksa cinayete kurban gitmiş bir gerçek mi? Doğmadan öldürülmüş. Korku, ihtiyaç, bağımlılık ve nefretin toplamı olan o paslandırıcı duygu bileşimi tarafından öldürülmüş.
Roark karşılarında, her insanın kendi zihninde durduğu gibi duruyordu. Ancak Roark, düşman bir kalabalığın önünde öyle duruyordu. Bir anda, nefret duymanın onun için imkansız bir şey olduğunu hepsi anladılar. Göz açıp kapayıncaya kadar, onun bilinçsel tutumunu kavradılar. Her biri kendine bir soru sordu: “Benim kimsenin onayına ihtiyacım var mı? Önemli mi? Bağlı mıyım?” Bir an için oradaki her bir insan özgür oldu. Salondaki kişilerin hepsine iyi niyetle bakacak kadar özgür. Bu kısacık bir andı. Roark konuşmaya başlamadan hemen önceki o sessizlik anı.
(işte başlıyor Roark’un savunması!) “Binlerce yıl önce, birisi ateşi yakmayı keşfetti. Herhalde insan kardeşlerine ateş yakmayı öğretti diye, o ateşte yakmışlardır onu. İnsanların korktuğu bir şeytanla işbirliği yapan kötü biri olarak görülmüştür ama ondan sonra, insanların ısınmak için bir ateşi olmuştur. O adam onlara, akıllarına gelmeyen bir hediye bırakmış, karanlığı yeryüzünden kaldırmıştır. Yüzyıllar geçmiş, derken biri tekerleği icat etmiştir. Herhalde o da kardeşlerine öğrettiği tekerleğin çarkında parça parça edilmiştir. Yasak şeylerle uğraşan bir küstah olarak görülmüştür ama ondan sonra, insanlar artık ufukları aşarak yolculuk edebilmeye başlamışlardır. Bu adam onlara akıllarına gelmeyen bir hediye bırakmış, dünyanın yollarını açmıştır.”
“O adam, o boyun eğmeyen ilk adam, insanoğlunun başlangıçtan bugüne kadar yarattığı her büyük efsanenin ilk bölümünde, karşımızıdadır. Prometheus zincirlerine vurulmuş, yırtıcı kuşların insafına bırakılmıştır çünkü tanrılar ateşini çalmıştır. Adem, acı çekmeye mahkum edilmiştir çünkü bilgi ağacının meyvesini yemiştir. Efsane ne olursa olsun, insanlığın belleğinin gölgeleri içinde, bu güzelliğin bir tek kişiyle başladığı, o kişinin de cesaretinin bedeliyle ödediği bilinir.”
“Yüzyıllar boyunca ortaya çıkan bazı adamlar, yepyeni yollara doğru ilk adımları atmışlar, bunu yaparken de kendi vizyonlarından başka bir silaha sahip olmamışlardır. Amaçları farklıdır ama hepsinin bir ortak notkası vardır. Atılan adım ilk adımdır, yol yeni bir yoldur, vizyon kimseden ödünç alınmış değildir ve bu kişilere tepki olarak da her zaman nefret yöneltilmiştir. Büyük yaratıcılar… düşünürler, sanatçılar, bilim insanları, mucitler… daima çağlarının insanlarına karşı tek başlarına durmuşlardır. Yeni çıkan her büyük fikre karşı gelinmiştir. Her yeni büyük icat kınanmış, lanetlenmiştir. Motor saçma bir şey olarak karışlanmış, uçak imkansız diye düşünülmüştür. Mekanik dokuma tezgahı kötü bir icat sayılmıştır. Anestezi günah sayılmıştır. Ancak ödünç almadıkları vizyonlara sahip insanlar yine de yollarına devam etmişlerdir. Mücadele etmiş, acı çekmiş, bedel ödemişlerdir ama sonunda kazanmışlardır.”
“Hiçbir yaratıcı, kardeşlerine hizmet etmek düşüncesiyle harekete geçmiş değildir çünkü kardeşleri, onun sunduğu hediyeyi redddetmişlerrdir ve o hediye, insanların hayatlarının ataletli rutinini mahvetmiştir. Bu kişinin tek gerçeği, kendi amacı olmuştur. Kendi geçreği, onu kendi usulünde yapabilmesi, başarabilmesi. Bir senfoni, bir kitap, bir motor, bir felsefe, bir uçak ya da bir bina… Odur onun hayattaki amacı. Hayatı da odur. Yarattığı şeyi duyanlar, okuyanlar, işleyenler inananlar, ona binip uçanlar ya da içinde yaşayanlar değildir onun için önemli olan. Mesele yaratılan şeydedir, onu kullananlarda değil. Yaratılan şeydir önemli olan; ondan yarar sağlayanlar değil. Yaratılan şey, o kişinin gerçeğine biçim vermiştir. O da kendi geçreğini her şeyden ve herkesten üstün tutmuştur.”
“O kişinin vizyonu, gücü ve cesareti, kendi ruhundan gelmektedir. Bir insanın ruhu kendi benliğidir. Bilinci dediğimiz kimliğidir. Düşünmesi, hissetmesi, yargılaması, eyleme geçmesi, hep egonun fonksiyonlarıdır.”
“Yaratıcılar benliksiz değildir. Güçlerinin bütün sırrı budur. O gücün kendine yeterli olması, kendiliğinden motive olup harekete geçmesi, kendi kendini yaratması bundandır. Bir ilk amaç, bir enerji, bir hayat gücü, bir başlatıcı. Yaratıcılar hiçbir şeye ve hiç kimseye hizmet etmemişlerdir. Kendileri için yaşamışlardır.”
“İnsanlığın şeref tacı olan şeyleri ancak kendileri için yaşamakla başarmışlardır. Başarının yapısı, doğası böyledir.”
“İnsan ancak kendi zihniyle var olabilir. Dünyaya silahsız gelir. Tek silahı ,kendi beynidir. Hayvanlar yiyeceklerini fiziksel güçleriyle bulurlar. İnsanın pençeleri, sivri tırnakları, boynuzları, büyük kas gücü yoktur. Yiyeceğini ya toprağa ekmek ya da avlamak zorundadır. Ekebilmek için bir düşünce sürecine ihtiyaç vardır. Avlanmak içni silahlara, dolayısıyıla silah yapmaya ihtiyaç vardır ki o da düşünce sürecidir. Bu en basit gereklilikten en yüce dinsel soyutluğa kadar, tekerlekten gökdelene kadar, neysek ve neye sahipsek hepsi insaın tek niteliğinden doğmaktadır… o da mantıklı bir zihnin işlemesidir.”
“Fakat zihin, bireyin sahip olduğu bir şeydir. Kolektif beyin diye bir şey yoktur. Kolektif düşünce diye bir şey de yoktur. Bir grup insanın vardığı anlaşma ya da bir uzlaşma, ödün vemre sürecidir ya da birçok bireysel düşüncenin ortalamasıdır. İkincil önem taşıyan bir şeydir. Birincil eylem… yani mantık yürütme süreci… bir tek kişinin tek başına yapması gereken bir şeydir. Yemekleri bir sürü insana paylaştırabiliriz ama kolektif bir midede sindiremeyiz. Hiç kimse kendi ciğerlerini başkasının yerine düşünmek için de kullanamaz. Vücüdun ve ruhun bütün işlevleri bireysel ve özeldir. Paylaşılamazlar ve devredilemezler.”
“Başka insanların düşüncelerini biz miras yoluyla alırız. Tekerlek de biraz kalmıştır bize. Onu alır, araba yaparız. Derken araba değişir, otomobil olur. Otomobil de uçak olr. Ancak bu sürecin tamamında, bizim diğerlerinden aldığımız tek şey, onların düşüncelerinin ortaya çıkardığı son üründür. Eylem gücü, bu son ürünü alıp malzeme olarak kullanan, oradan bir sonraki adımı ortaya çıkaran yaratıcı güçtür.”
“Bu yaratıcı güç ne verilebilir ne de alınabilir. Paylaşılamaz ve ödünç verilemez. Bir tek kişiye, bir bireye aittir. Yaratılan şey, yaratnın mülküdür. İnsanlar birbirlerinden öğrenirler ama öğrenmenin tümü aslında yalnızca malzeme değiş tokuşudur. Hiç kimse bir başkasına düşünme kapasitesini veremez. Oysa o kapasite, bizim sağ kalmak için tek gücümüzdür.”
“Bu dünyada hiçbir şey insana hazır verilmiş değildir. İhtiyacı olan her şeyi üretmesi gerekmektedir. İnsan burada kendini temel bir seçimle karşı karşıya bulur. Ancak iki yoldan birini seçerek sağ kalabileceğini görür. Ya kendi zihninin bağımsız çalışmalarıyla ya da başkalarının zihninden beslenen bir asalak olarak. Yaratıcı başlatır. Asalak ödünç alır. Yratıcı doğa karşısında kendi başına dikilir. Asalak doğa karşısında hep bir aracıyı kullanır.”
“Yaratıcının derdi doğayı fethetmektir. Asalağın derdi ise insanları fethetmektir.”
“Yaratıcı, kendi işi için yaşar. Başka insanlara ihtiyacı yoktur. Birincil amacı kendi içindedir. Asalak ikinci elci olarak yaşar. Başkalarına ihtiyacı vardır. Başkaları onun baş amacı haline gelir.”
“Yaratıcının temel ihtiyacı, bağımsızlıktır. Mantıklı zihin, herhangi bir zorlama altında çalışamaz. Kısıtlanmaz, feda edilemez, başka amaç ve düşüncelere boyun eğemez. Gerek işlerlikte, gerekse amaçta tam bir bağımsızlık ister. Bir yaratıcı için, insanlarla olan ilişkilerin tümü ikinci plandadır.”
“İkinci elcinin temel ihtiyacı, beslenebilmek için diğer insanlarla olan bağlarını sağlamlaştırmaktır. İlişkileri birinci sıraya koyar. İnsanoğlunun başkalarına hizmet etmek için var olduğunu söyler. Kendini feda etmekten, hizmet ve yardım etmekten söz eder.”
“Bu düşünce, insanın başkaları için yaşamasını, başkalarını kendinden daha ön plana almasını gerektiren bir doktrindir.”
“Hiç kimse başkaları için yaşayamaz. Vücudunu paylaşmadığı gibi, ruhunu da paylaşamaz. Ama ikinci elci, yardım etmeyi bir sömürü silahı olarak kullanmakta, insanoğlunun ahlaki ilkelerini değiştirmektedir. İnsanlara yaratıcıyı mahvetmenin bütün yolları öğretilmektedir. Bağımlılığın bir erdem olduğu öğretilmektedir insanlara.”
“Başkaları için yaşamaya kalkışan kişi, bir bağımlıdır. Amaçları açısından bir asalaktır, hizmet ettiği kimseleri de asalak haline getirir. Bu ilişkiden doğabilecek tek şey, birlikte yozlaşmaktır. Kavram olarak imkansız bir şeydir bu. Gerçek hayatta buna en yakın olan şey, başkalarına hizmet etmek için yaşayan kişidir ki o da köledir. Eğer fiziksel kölelik bile iğrenç bir kavram gibi gözüküyorsa, ruhsal kölelik bundan ne kadar daha iğrenç bir kavram olmalıdır!”
“Savaşta ele geçirilen kölenin kendine göre bir gururu vardır. Karşı koymuştur ve içinde bulunduğu durumu kötü bir şey olarak görmektedir ama kendini kendi isteğiyle köle haline getiren, bunu sevgi uğruna yaptığını söyleyen adam, yaratıkların en aşağılığıdır. İnsanlığın onurunu düşürmekte, sevgi kavramını küçültmektedir. Hizmet, hayır ve yardım doktrinlerinin altında yatan budur.”
“İnsanlara en yüce erdemin başarmak değil, vermek olduğu öğretilmiştir. Oysa insan yaratılmamış bir şeyi veremez. Yaratma, dağıtımdan önce gelmek zorundadır, yoksa dağıtılacak bir şey bulunamaz. Yaratıcının ihtiyaçları, ileride yararlanacak herkesin ihtiyacından önce gelmek zorundadır. Oysa, bize, kendi üretmediği hediyeleri dağıtan adamı, o hediyeleri mümkün kılandan daha çok takdir etmek öğretilmiştir. Bir yardım, bir hayır olayını överiz. Bir başarı karşısında omuz silkip geçeriz.”
“İnsanlara ilk görevlerinin, başkalarının çektiği acıları dindirmek olduğu öğretilmiştir. Fakat acı çekmek bir hastalıktır. İnsanın karşısında böyle bir durum çıkarsa rahatlamaya, yardım etmeye çalışır. Bunu en yüce erdem haline getirmek, acıları hayatın en önemli parçası haline getirmek demektir. Kişi erdemli olabilmek için başkalarının acı çektiğini görmek ister duruma düşmektedir. İşte hayırseverliğin yapısı budur. Yaratıcı olan kişi hastalıkla ilgilenmez, hayatla ilgilenir. Buna rağmen yaratıcıların çalışmaları sayesinde hastalıklar birer birer ortadan kalkmıştır. İnsanın vücuduna ve ruhuna ait hastalıkların önüne geçilmiş, bu sayede acı çekilmesi de hayırseverlerin ve yardımseverlerin yapamayacağı kadar önlenmiştir.”
“İnsana başkalarıyla aynı görüşte olmanın da bir erdem olduğu öğretilmiştir. Oysa yaratıcı, farklı görüşteki adamdır. İnsanlara akıntıyla birlikte yüzmenin iyi olduğu söylenir. Yaratıcı ise akıntıya karşı yüzen adamdır. İnsanlara bir arada durmanın bir sevap olduğu öğretilir ama yaratıcı tek başına duran adamdır.”
“İnsanlara ’ego’nun kötülükle eşanlamlı bir kelime olduğu öğretilir. Erdemin ideali, bensizliktir. Oysa yaratıcı, salt anlamda benlikçi kişidir. Benliksiz kişi, düşünmeyen, hissetmeyen, yargılamayan, eyleme geçmeyen kişidir. Bunların hepsi benliğin fonksiyonlarıdır.”
“Bu noktadaki tersine dönüş en korkuncudur. Konu çarpıtılmış, insana başka seçenek bırakılmamış, özgürlüğü yok edilmiştir. İyilik ve kötülük kutupları açsından iki kavram sunulmuştur ona. Biri bencillik, öbürü de hayırseverliktir. Bencilliğin anlamı, başkalarını kendisi için feda olarak tarif edilmiştir. Hayırseverlik ise, kendini başkaları için feda etmektir, denilmiştir. Bu durumda insan her iki halde de diğer insanlara bağlanmış, kendisine iki acıdan birini çekmesi söylenmiştir. Ya başkalarının uğruna kendisi acı çekecektir ya da kendisi uğruna başkalarına acı çektirecektir. Sonunda insanoğlunun kendi acılarından zevk alması gerektiği de söylenince tuzak iyice kapatılmıştır. İnsan artık mazoşizmi kendi ideali olarak kabul etmek zorunda kalmıştır çünkü bunun karşısında ancak sadizm vardır. İnsanoğluna oynanan en sahtekarca oyun bu olmuştur.”
“Böylece bağımlılık ve acı çekme, hayatın esasları olarak gösterilmiştir.”
“Seçenekler kendini feda etmek ile tahakküm kurmak arasında değildir. Seçenekler bağımsızlık ile bağımlılık arasındadır. Yaratıcının kuralı ya da ikinci elcinin kuralıdır. Bu temel bir sorundur. Bir ölüm kalım sorunudur. Yaratıcının kuralı, insanlığın var olmasını sağlayan mantıksal zihnin ihtiyaçları üzerine kurulmuştur. İkinci elcinin kuralıysa, sağ kalmayı beceremeyecek insanların ihtiyaçlarına dayalıdır. İnsanın bağımsız egosundan doğan her şey iyidir. İnsanın insana bağımlığından doğan her şey kötüdür.”
“Bencil kişi, salt anlamda bakıldığında başkalarını feda eden kişi değildir. Başkalarını herhangi bir şekilde kullanma ihtiyacının üstüne çıkmış kişidir. Onun işlerliği, diğer insanların üzerinden değildir. Birincil anlamda onlarla ilgilenmemektedir. Amacı da düşüncesi de arzuları da enerjisinin kaynağı da hep onların dışındadır. Bir başka kişi için var olmakta değildir, kimseden de kendisi için var olmasını istememektedir. İnsanlar arasında oluşabilecek tek kardeşlik, tek karşılıklı saygı bu yolla olabilir.”
“Dereceler ve yetenekler değişebilir ama ana ilke her zaman aynıdır. Kişinin bağımsızlığının, inisiyatifinin ve işine duyduğu kişisel sevginin derecesi, onun bir çalışan olarak istidadını ve işinin değerini saptar. Bağımsızlık insani erdemlerin ve insanlık değerlerinin tek ölçüsüdür. İnsanın değeri kendinden gelir, başkaları için neler yapıp neler yapmadığından değil. Kişisel gururun yerini alabilecek hiçbir şey yoktur. Bağımsızlıktan başka da bir kişisel gurur standardı yoktur.”
“Düzgün ilişkilerin tamamında, hiç kimsenin hiç kimseye feda edilmesi söz konusu değildir. Mimarın müşterilere ihtiyacı vardır ama kendi çalışmalarında onların isteklerine boyun eğmez. Onların da mimara ihtiyacı vardır ama evi ona sipariş etmeleri, sırf ona bir para vermek için değildir. İnsanlar yaptıkları işleri, özgür ortak rızasıyla, ortak ve karşılıklı çıkarlar doğrultusunad değiş tokuş ederler, bunu ancak kişisel çıkarları birbirine uyuyorsa, her ikisi de bu değiş tokuşu istiyorsa yaparlar. İstemiyorlarsa, birbirleriyle iş yapmak zorunda değildirler. Gidip başkalarını ararlar. Eşitler arasında ancak bu tür ilişki olabilir. Bunun dışındaki ilişkiler, efendi köle ilişkisidir, kurban cellat ilişkisidir.”
“Hiçbir iş hiçbir zaman kolektif olarak yapılmamıştır, çoğunluk kararıyla yapılmamıştır. Her yaratıcı iş, bir tek bireyin düşüncesi rehberliğinde başarılmıştır. Bir mimar, binasını dikmek için pek çok sayıda insana gereksinim duyar ama onlardan, kendi tasarımına oy vermelerini istemez. Birlikte serbest bir anlaşmayla çalışırlar ve her biri kendi işlevinde özgürdür. Mimar başkalarının ürettiği çeliği, camı, betonu kullanır ama o malzemeler, mimar gelip elini sürünceye kadar çelik, cam ve beton olarak kalırlar. Mimarın bunlarla ne yaptığı, kendi bireysel ürünüdür ve kendi bireysel mülküdür. İnsanlar arasında doğru dürüst işbirliğinin tek yol ubudur.
“Dünya üzerindeki ilk hak, egonun hakkıdır. İnsanın ilk görevi kendine karşıdır. Ahlaki yasası, birinci amacını asla başka kimselere bağlamamaktır. Ahlaki sorumluluğu da istediğini yapmaktır, yeter ki istediği, diğer insanlara birincil derecede bağımlı bir şey olmasın. Buna yaratıcı zihnin tümü dahildir… Düşünüsü de çalışması da. Fakat buna bir gangsterin alanı dahil olmadığı gibi, bir hayırseverin, bir diktatörün alanı dahil değildir.”
“Kişi tek başına düşünür, tek başına çalışır ama kişi tek başına… Hırsızlık edemez, sömüremez, yönetemez. Soygun, sömürü ve yönetme için ona kurbanlar gerekir. Bunlar bağımlılığa işaret eden şeylerdir. Hepsi ikinci elcinin alanına girer.”
“İnsanları yönetenler benlikçi değildir. Onlar hiçbir şey yaratmazlar. Varlıklarını ancak başkaları kanalıyla sürdürürler. Onların amacı, yönettikleri kişilerde, onların köleleştirilmesinde yatar. Dilenci kadar bağımlıdırlar onlar da. Sosyal hizmet görevlisi kadar, haydut kadar bağımlıdırlar. Bağımlılığın türünün önemi yoktur. "
“Ama insanlara bu ikinci elcileri… zorbaları, imparatorları, diktatörleri… benlikçiliğin temsilcisi saymaları öğretilmiştir. Bu sahtekarlıkla birlikte insanların egoyu öldürmesi sağlanmıştır. Hem kendilerinde hem de başkalarında. Bu sahtekarlığın amacı, aslında yaratıcıları yok etmek ya da zincire vurmaktır. Bu ikisi de aynı şeydir.”
“Tarihin başlangıcından bu yana, iki hasım her zaman karşı karşıyadır. Biri yaratıcı, diğeri de ikinci elcidir. İlk yaratıcı tekerleği icat ettiği anda, ilk ikinci elci buna tepki göstermiştir. O da hayırseverliği icat etmiştir.”
“Yaratıcı, sürekli olarak inkar edilmesine, saldırılar görmesine, eziyetlere uğramasına, sömürülmesine rağmen yoluna devam etmiş, bütün insanlığı da kendi enerjisiyle peşinden ilerletmiştir. İkinci elcinin bu sürece engeller çıkarmaktan başka katkısı yoktur. Bu kapışmanın bir başka adı daha vardır… Burada birey, kolektife, topluluğa karşıdır.”
“Kolektifin, yani bir ırkın, bir sınıfın, bir devletin ‘ortak çıkarı’, insanları baskı altına alan her türlü zorbalık rejiminin altında yatan şeydir. Tarihteki her dehşet verici olay, bir hayır uğruna yapılmış gibi görünür. Bencil hareketlerin herhangi biri, hayırseverin döktüğü kanla ölçülebilecek bir zarar vermiş midir? Bunun suçu insanoğlunun ikiyüzlülüğünde mi yatmaktadır, yoksa ilkenin yapısında mı? En korkunç kasaplar, genellikle en samimi, en içten inanmış olanlardır. Gİytonile ya da idam mangasıyla, kusursuz bir topluma ulaşacakalrına gerçekten inanmışlardır. Hiç kimse onların öldürme hakkını sorgulamamıştır çünkü besbelli hayırsever bir amaç uğruna öldürüyorlardır. İnsanların başka insanlar uğruna feda edilmesi doğal kabul edilmiştir .Aktörler değişmekte ama trajedinin akışı aynı kalmaktadır. Bir hümanist çıkar, insanalar ane kadar sevgi duyduğunu söylerek yola koyulur, sonunda bir kan denizine varır. İnsanlar bir şeyin iyi olabilmesi için bu bencillikten uzak olması gerektiğine inandığı sürece, bu böyle devam etmektedir ve edecektir. Bu durum, hayırseverin eylemine izin vermekte, kurbanları da buna dayanmak zorunda bırakmaktadır. Kolektivist hareketin her liderleri kendileri için hiçbir şey istememektedirler ama bir de ortadaki sonuçlara bakın.”
“Bir insanın diğer bir insana yapabileceği tek iyi şey, o kişiyle doğru dürüst bir ilişki kurabilmesi için tek yol… Elini çekmektir!”
“Şimdi bir de bireycilik ilkesi üzerine kurulmuş bir toplumun sonuçlarına bakalım. Burası. Bizim ülkemiz. İnsanlık tarihindeki en soylu ülke. En büyük başarıların, en büyük refahın, en büyük özgürlüklerin ülkesi. Bu ülke benlikten yoksun hizmete daylı olarak kurulmamıştır. Feda etmeye, raz ıolmaya ya da herhangi bir hayır ilkesine dayalı olarak kurulmamıştır. Bireyin mutluluğunu arama hakkı üzerine kurulmuştur. Kendi mutluluğunu. Başkasının değil. Özel, kişisel ve bencil bir amaç ama sonuçlara bakın. Kendi vicdanınıza bakın.”
“Bu eski bir çatışmadır. İnsanlar gerçeğe çok yaklaşmışlar fakat her seferinde olay tersine dönmüş, şu ya da bu uygarlığın sonu gelmiştir. Uygarlık, özel hayat toplumuna doğru ilerlemektir. Vahşinin tüm hayatı halka açıktır, aşiretinin kuralları tarafından yönetilir. Uygarlık insanı insanlardan kurtarma sürecidir.”
“Bugün, bizim günümüzde kolektivizm, ikinci elcinin, ikinci derecedeki adamın, o eski canavarın kuramı, tasmasını koparmış, başıboş koşturmaktadır. İnsanları daha önce görülmemiş bir zihinsel ahlaksızlık düzeyine düşürmektdir. Emsaline rastlanmamış bir dehşet olayı haline gelmektedir. Her zihni zehirlemiştir. Avrupa’nın çoğunu yutmuştur. Bizim ülkemizi de kuşatmaktadır.”
“Ben mimarım. Bunların dayalı olduğu ilkelerden ortaya neler çıkacağını biliyorum. Kendime yaşama izni veremeyeceğim bir dünyaya doğru yaklaşıyoruz.”
“Cortlandt’ı neden dinamitlediğimi artık biliyorsunuz.”
“Ben tasarladım Cortlandt’ı. Size ben verdim. Ben yok ettim.”
“Yok ettim çünkü onun var olmasını seçmedim. Çifte canavardı o. Biçim olarak da anlam olarak da. Her ikisini de patlatmak zorundaydım. Biçimi, kendi yaratmadıkları ve yaratamaycakları şeyi düzeltme hakkını kendilerinde gören ikinci elciler tarafından bozulmuştu. Onlara bunu yapma hakkının verilmesi, binanın hayırsever amacının her türlü hakkın üstünde önem taşıdığı, benim buna karşı gelme hakkım olmadığı inancından kaynaklanıyordu.”
“Cortlandt’ı tasarlamayı kabul edişim, onu kendi tasarladığım gibi yapılmış görmek amacına yönelikti, başka hiçbir nedeni yoktu. Çalışmam karşılığında bu fiyatı istemiştim. Bu bana ödenmedi.”
“Peter Keating’i suçlamıyorum. Çaresiz kaldı. İşverenlerle arasında bir anlaşma bulunmasına rağmen o anlaşmaya aldırış edilmedi. O anlaşmadan kendisine, binanın projeye göre yapılacağı konusunda söz verilmişti. O söz tutulmadı. Bir insanın yaptığı işin dürüstlüğüne ve tutarlılığına saygı duyması, bunu korumaya çalışması, bugün muğlak, soyut, önemsiz bir şey olarak tanımlanıyor. Savcının bu sözleri söylediğini duydunuz. Neden bozulmuştu binanın biçimi? Hiçbir nedeni yoktu. Böyle şeylerin hiçbir zaman nedeni olmaz. Ancak bir ikinci elcinin, başkasına ait bir şey üzerinde, maddi veya manevi bir şey üzerinde oynama hakkını kendinde görmesi olabilir. Kim izin verdi bunu yapmalarına? Düzinelerce yetkili arasında tek bir kişi bulamazsınız. Hiç kimsenin izin vermeye de durdurmaya da önem verdiği yoktu. Hiç kimse sorumlu değildi. Kimseden hesap sorulamaz. Tüm kolektif eylemlerin yapısı böyledir.”
“Bana istediğim veya hakkım olan şey ödenmedi ama Cortlandt’ın sahipleri, kendi istedikleri şeyi benden aldılar. Onlar mümkün olduğunca ucuza çıkarılmış bir yapı şeması istiyorlardı. Bunu istedikleri gibi yapabilecek başka hiç kimseyi bulamadılar. Ben yapabilirdim ve yaptım. Çalışmamın yararlarını aldılar, beni de bunu onlara hediye olarak vermeye zorladılar ama ben hayırsever değilim. Bu tür hediyeler vermem.”
“Yoksulların, çaresizlerin evlerini yıktığım söylendi. Ben olmasam, bu yoksulların bu evlere zaten kavuşamayacakları unutuldu. Yoksullar için kaygılananlar, istedikleri yardımı sunabilmek için bu kounlarla hiç ilgilenmeyen birine, bana gelmek zorunda kaldılar. Gelecekte orada oturacak kiraciların yoksulluğu üzerinden, bu insanların benim çalışmam üzerinde hak sahibi olduğuna inanıldı. Onların ihtiyaçları, benim hayatım üzerinde hak sahibi olarak görüldü. Benden istenen her katkıyı sunmak görevim sayıldı. Bu da bugün dünyayı yutmakta olan ikinci elcinin düsturudur.”
“Ben bugün, hayatımın tek bir dakikası üzerinde bile hiç kimsenin hakkı olmadığını söylemeye geldim. Enerjimin de. Başarılarımdan herhangi birinin de. Kim böyle bir iddiada bulunursa bulunsun, sayıları ne kadar kalabalık, ihtiyaçları ne kadar büyük olursa olsun.”
“Buraya gelip başkaları için yaşamayan bir insan olduğumu söylemek istedim.”
“Bunun söylenmesi gerekiyordu. Dünya bir fedakarlık alemi içinde yok oluyor.”
“Buraya gelip kişinin dürüst ve yaratıcı ürünleri, her türlü hayırseverlik girişimden daha önemlidir, demek istedim. Aranızda bunu anlayamayanlar, dünyanı mahvedenlerdir.”
“Buraya gelip kendi şartlarımı ortaya koymak istedim. Başka şartlarla var olmak istemiyorum.”
“İnsanlara karşı, bir tek sorumluluk dışında, başka hiçbir sorumluluk kabul etmiyorum. O sorumluluk, özgürlüklerine saygı göstermek, köle toplumuna katılmamaktır. Eğer ülkem artık var olmayacaksa, ona hapiste yatacağım on yılı sunabilirim. O on yol boyunca, ülkemin eskiden nasıl bir yer olduğunu minnetle hatırlarım. Onun yerine gelen yeni düzende yaşamak ve çalışmak istemeyişim, benim sadakatimdir.”
“Gelmiş geçmiş tüm yaratıcılara, dinamitlediğim Cortlandt’tan sorumlu olan güçler tarafından acı çektirilmiş tüm yaratıcılara sadakatimdir. O kişilerin yapayalnız ve işkence içinde, inkarla, çaresizlikle, sömürüyle geçirmek zorunda kaldıkları her saate sadakatimdir. Dünyaya gelen, yaşayan, mücadele eden, başaramadan önce, tanınmamış bir kişi olarak ölen tüm yaratıcılara sadakatimdir. Bedenen veya ruhen yok edilmiş her yaratıcıya sadakatimdir. Henry Cameron’a, Steven Mallory’ye, adının söylenmesini istemeyen ama şu anda bu salonda oturan, kendisine hitap etmekte olduğumu bilen bir başka kişiye sadakatimdir.”
Roark, iki bacağı ayrık, kolları dosdoğru iki yanına sarkıtılmış, başı dik, öylece duruyordu. Bitmemiş bir binada durduğu gibi. Daha sonra, dönüp savunma masasına oturduğunda, odadaki pek çok kişi onu hala öyle ayakta görmekte oldukları izlenimindeydiler. O bir anlık tablo, silinmeyecek özelliğe sahipti.
Bu konuşmayı izleyen uzun hukuksal tartışmalar sırasında, bu tablo izleyicilerin zihninden hiç silinmedi. Yargıç, savcıya, davalının iddiasını değiştirmiş olduğunu hatırlatıyordu. Eylemi yaptığını kabul etmiş am suçlu olmadığını söylemişti. Buradan ortaya geçici bir yasal keşmekeş çıktı. Davalının yaptığı hareketin ne olduğunu bilip bilmediği, biliyorsa bunun kötü bir hareket olduğunu kabul edip etmediği yolundaki kararlar jüriye bırakıldı. Savcı buna itiraz etmedi. Salonda garip bir sessizlik vardı. Davayı şimdiden kazandığına inanıyordu savcı. Kapanış konuşmasını yaptı. neler söylediğini hiç kimse hatırlamadı. Yargıç, jüriye talimatını verdi. Jüri kalktı, duruşma salonundan çıktı.
İnsanlar kıpırdıyor, gitmeye hazırlanıyordu. Pek aceleleri varmış gibi davranmıyorlardı. Nasılsa saatlerce beklemeleri gerekecekti. Salonun arkasında Wynand, öte tarafta Dominique, hiç kıpırdamadan oturuyorlardı.
Bir mübaşir Roark’un yanına geldi, dışarıya çıkarken ona eşlik etmeye hazırlandı. Roark savunma masasında ayağa kalktı. Gözleri önce Dominique’e, sonra Wynand’a döndü, sonra mübaşiri izleyerek kapıya yöneldi.
Tam çıkacağın sırada bir gürültü duyuldu. Bir anlık ssessizlikten sonra, insanlar jüri odasının kapısına vurulmakta olduğunu anladılar. Jüri kararını vermişti.
Ayağa kalkmış olanlar ayakta kalktı. Oldukları yerde dondular. Yargıç gelip yerine oturunca kadar öylece beklediler. Jüri de salona dönüp yerini aldı.
Mübaşir, “sanık kalkıp jüriye dönsün,” diye bağırdı.
Howard Roark öne çıktı, jürinin karşısında durdu. Salonun arka tarafında Gail Wynand da kalkmıştı. O da ayaktaydı.
— “Sayın sözcü, bir karara vardınız mı?”
— “Vardık.”
— “Kararınız nedir?”
— “Suçsuz.”
— Roark’un başının ilk hareketi, dönüp pencereden kente bakmak olmamıştı, yargıca veya Dominique’e bakmak da olmamıştı. Wynand’a bakıyordu.
Wynand sert bir hareketle döndü, salondan çıktı. Salondan çıkan ilk kişi o olmuştu.
Bonus
“Howard, ben bir asalağım. Bütün ömrümce asalak oldum. Stanton’da en iyi projelerimi hep sen çizdin. Ömrümde yaptığım ilk evi sen çizdin. Cosmo-Slotnick binasını sen çizdin. Ben hep senden beslendim, biz doğmadan önce yaşamış, senin gibi adamlardan beslendim. Parthenon’u, Gotik katedralleri, ilk gökdelenleri yapan adamlardan. Onlar olmasaydı ben taş üstüne taş koymasını bilmezdim. Benden önce yapılanlara, ömrüm boyunca bir tek yeni kapı tokmadığı eklemiş değilim. Benim olmayanı aldım, karşılığında da hiçbir şey vermedim. Verecek bir şeyim yoktu. Rol yapmıyorum Howard, ne dediğimin son derece farkındayım. Şimdi de buraya beni tekrar kurtarmanı istemeye geldim. Eğer beni kovmak istersen şimdi yap.”
“Sen Stoddard Tapınağı’nda bir hata yapmıştın, Howard,” dedi. O heykel Dominique’in değil, senin heykelin olmalıymış.”
— “Hayır. Bunu yapmayacak kadar egoistim.”
— “Egoist mi? Egoistler bayılırdı buna. Sen kelimeleri çok garip anlamlarda kullanıyorsun.”
— “Tam da doğru anlamda. Ben hiçbir şeyin simgesi olmak istemiyorum. Ben yalnızca benim.”
Wynand sordu. “Howard, sen hiç aşık oldun mu?” Roark dosdoğru ona döndü, alçak sesle cevap verdi.
— “Hala aşığım.”
— “Ama bir binanın içinde yürürken hissettiğin şey ondan daha büyük değil mi?”
— “Çok daha büyük, Gail.”
— “Dünyada mutluluk olamaz diyen insanları düşünüyordum. Yaşamakta bir neşe bulabilmek için nasıl çabalıyorlar. Bak ne mücadele veriyorlar. Bir canlı yaratık neden acıyla yaşasın. Bir insanın kendi sevinci dışında herhangi bir amaç için yaşamasını kim, ne hakla isteyebilir? Her insan onun peşindedir. Vücudunun her zerresi onu ister. Fakat hiç bulamıyorlar işte. Acaba neden? Sızlanıyorlar, hayatta bir anlam bulamadıklarından yakınıyorlar. Benim özellikle nefret ettiğim bir tür insan vardır. Daha yüksek bir amaç, evrensel amaç arayanlar. ne için yaşayacaklarını bilemeyenler. ‘Kendimizi bulmalıyız’ diye inleyip duranlar, her tarafta herkesten duyarsın bunu. Yüzyılımızın tipik zırvası oldu artık. Açtığın her kitapta var. Salyası akan her kişinin itrafında var. Bunu itiraf etmek soylu bir şey sayılıyor. Oysa bence en utanç verici şey bu olmalı.”
— “Bak, Gail.”
Roark ayağa kalktı, uzanıp ağaçtan kalın bir dal kopardı, onu iki eliyle tuttu, yumruklarını dalın iki yanında sıktı bilekleri ile parmak eklemleri dalın direncine karşı kasıldı. Roark dalı yavaşça yay gibi büktü. “Şimdi ne istersem yapabilirim bundan. Yay, mızrak, baston, tırabzan. Hayatın anlamı budur.”
— “Gücün mü?”
— “İşin.”
Dalı fırlatıp yana attı.
— “Dünyanın sana sunduğu malzeme ve senin ondan yapabileceklerin… Ne düşünüyorsun?”
— Ofisimin duvarındaki fotoğrafı.